Eskiden komşuluk vardı. Kapımızı çalmadan giren komşularımız, hastalandığımızda çorbasını gönderen büyüklerimiz, sokakta top oynayan çocukların başını okşayan amcalarımız, teyzelerimiz vardı. Mahalle kültürü dediğimiz o sıcaklık, dayanışma ve paylaşım ruhu her evin içine sinmişti. Yaralarımızı birlikte sarıyor, sevinçlerimizi paylaşıyor, bayram sabahları kapımızı çalan çocukların ceplerine şeker dolduruyorduk.
Ama şimdi?
Artık milyonluk şehirlerin içinde yalnızlığı yaşıyoruz. Aynı apartmanda yıllarca yan yana oturduğumuz insanları tanımıyoruz. Asansörde göz göze gelmemek için telefon ekranlarına gömülüyoruz. Eskiden evimizin anahtarını emanet ettiğimiz komşuların yerini, güvenlik kameraları ve akıllı kilit sistemleri aldı. Kalabalıkların ortasında yalnızlık çeken insanlar haline geldik.
Bazen bu yalnızlık öyle bir noktaya geliyor ki, markette market arabasıyla bile konuşur hale geliyoruz. “Pişşt, bugün sol ön tekerin gıcırdıyor” diye fısıldarken, aslında bir insana dokunmak, bir ses duymak istediğimizi fark etmiyoruz bile.
Peki, bu noktaya nasıl geldik?
Teknolojinin, sosyal medyanın, hızlı yaşam temposunun getirdiği bireyselleşme, bizi birbirimizden uzaklaştırdı. Herkesin kendi içine kapandığı bir dünyada, komşuluk ilişkileri nostaljik bir anıya dönüştü. Ancak belki de hâlâ geç değil. Belki hâlâ kapı komşumuza bir tabak yemek götürüp hâl hatır sormak mümkün. Belki hâlâ asansörde başımızı kaldırıp bir “Günaydın” demek mümkün.
Çünkü gerçek mutluluk, kalabalıklar içinde kaybolmak değil, o kalabalıkların içinde gerçekten birileriyle bağ kurabilmektir. Yalnızlığı yenmenin yolu, eskiyi sadece özlemek değil, küçük adımlarla da olsa geri getirmeye çalışmaktır. Belki bir komşunun kapısını çalarak, belki bir çocuğun başını okşayarak…
Ne dersiniz, bu gidişatı değiştirmek için küçük bir adım atmaya var mısınız?
Prof.Dr.Kürşat Şahin YILDIRIMER