Mutluluk Neydi? Neredeydi?

Yayınlama: 07.04.2025
A+
A-

Hayatın merkezinde insan vardır. Hayalleriyle, kırıklıklarıyla, tutkularıyla ve arzularıyla… Cinsiyet, yaş, inanç ya da etnik kimlik fark etmeksizin, temel beklenti “insan” olabilmektir. Karşımızdakinden de beklenen budur: İnsanlık.

İnsan olmak, hepimizin ortak kimliğidir. Medeniyetin özü, evrende bıraktığımız en değerli izdir. Hazla var olur insan; yaşamaktan zevk almak, mutlu olmak ister. Gözleri bu yüzden bakar, zihni bu yüzden çalışır, kalbi bu yüzden hisseder ve bedeni bu yüzden davranır. Tüm bu çaba, nihayetinde mutluluğa ulaşmak içindir.

Temelde iyilik ve güzellik ararız; ama bu arayışın içinde insanın birçok korkusu da vardır. Özellikle kendi elleriyle oluşturduğu tehditlerden, yoksulluktan, savaştan, adaletsizlikten endişe duyar. Bu kaygılar, onu güçlü olma gerekliliğine iter. Doğanın en temel yasası olan “güçlü olan hayatta kalır” ilkesi, insanı da içine alır. Fakat insanın bu mücadeledeki motivasyonu, diğer canlılardan ayrılır: O sadece var olmakla yetinmez, yaşadığı dünyaya iz bırakmak ister.

İnsan, coğrafyasına ve zamanına katkı sunma arzusuyla farklılaşır. Doğadaki diğer canlıların aksine, yalnızca hayatta kalma bilgisini aktarmakla kalmaz; düşüncelerini, değerlerini ve deneyimlerini de gelecek kuşaklara bırakmak ister. Bu da onun yaşam döngüsünü daha karmaşık ve gelişime açık hale getirir. Değişim kaçınılmazdır ve bu değişimle birlikte çatışmalar da doğar.

Özellikle günümüz modern dünyasında bu durum daha belirgin hale gelmiştir. Güç kazanma arzusu, bireyleri “iktidar yapıları” kurmaya yöneltmiştir. Hızla dönen gündelik hayat, bireyleri yetişme, başarma, anlatma, anlaşılma gibi sarmallar içinde sıkıştırmıştır. Değişen ihtiyaçlar, bilgi ve teknolojideki hızlı ilerleme; toplumu tarımdan sanayiye, ardından pazar ekonomisine sürüklemiş, yaşam kültürünü de kökten etkilemiştir.

Kırsalın sade ve homojen yapısından, karmaşık, kalabalık ve heterojen metropollere geçiş; bireyler arasında kültürel, duygusal ve düşünsel farklılıkları artırmıştır. Sonuç olarak insanlar, daha kalabalık gruplar içinde daha yalnız, daha güçlü görünürken daha kaygılı, daha üretken ama daha az paylaşan hale gelmiştir.

Bu modern yaşamın getirdiği tüketim kültürü, bireylerin değer sistemlerinde de kaymalar yaratmıştır. Tüketimin merkezde olduğu yeni sistem, “kazanmaya dayalı rekabet”i ana norm haline getirmiştir. Oysa bir toplumun gelişmesi; paylaşım, uzlaşı, sorumluluk bilinci, adalet ve hoşgörü gibi ortak değerlere dayanır. Ancak bu değerler, rekabetin acımasızlığı içinde giderek aşınmaya başlamıştır.

İnsan ilişkilerinde gerginlik artmış, iş yaşamında verim azalmış, insanlar birbirine karşı daha az hoşgörülü hale gelmiştir. Eğitim, güçlü bireyler yetiştirmek adına bir rekabet arenasına dönüşmüş, bu da arkadaşlıkları yarışa, iş ilişkilerini tehdide, aileleri ise kaygı kaynaklarına çevirmiştir.

Tüm bu yaşananlar bireylerde bir yetersizlik hissi yaratmış, bu da duygu, düşünce ve davranış kalıplarını olumsuz yönde şekillendirmiştir. İletişim, karşılıklı anlayıştan uzaklaşmış, ikna süreci bile bir kazanma-yenilme savaşına dönüşmüştür. Eleştiri, gelişim fırsatından çok bir tehdit olarak algılanır hale gelmiştir.

Sonuçta, kalabalıklar içinde yalnız kalan, umutla yola çıkan ama hayal kırıklığı korkusuyla duran, güvensizlik ve şüpheyle dolu bireylerden oluşan bir topluma dönüşüyoruz. Bu, insanlık değerlerimizde ciddi bir erozyonun göstergesidir.

Oysa mutlu ve sağlıklı bir toplumun yolu üretkenlikten geçer. Bu üretkenlik ise ancak doğru bilgiyle, duygularla akıl arasında denge kurabilen bir yaklaşımla mümkündür. Eğitimde ve yaşamda yalnızca bilgi ve başarı odaklı değil; duygusal zekâyı, anlayışı ve işbirliğini de besleyen bir modele ihtiyaç vardır.

İnsan, gelişim yolculuğunda önce kendini tanımalı, sonra başkalarını anlamaya çalışmalıdır. Vizyon sahibi, azimli ve sorumluluk sahibi bireyler; farklılıkları bir ayrışma nedeni değil, zenginlik unsuru olarak görmelidir.

Bu nedenle, yeni bir paradigmayı benimsemek zorundayız. Sadece sorunları belirleyip çözmeye odaklanan değil; katılımcı, yaratıcı, empati temelli, çok yönlü bir dönüşüm anlayışına geçmeliyiz. Pozitif bir düşünce sistemine ihtiyaç duyuyoruz. Pozitif algılara, duygulara ve davranışlara…

Kendimizi ve başkalarını özgürleştirmek için, tıpkı içten kırılarak yaşamı başlatan bir yumurta gibi, kabuğumuzu içten kırmalıyız. Kaygılarımızdan sıyrılmalı, umutla ve bilinçle yeni bir yaşam inşa etmeliyiz.

Kısacası, bireyin kendi potansiyelini keşfettiği, toplumsal yaşamı yeniden anlamlandırabildiği, üretime ve işbirliğine dayalı bir zihinsel dönüşüm paradigmasına ihtiyacımız var…

Hey Haber/ Hatice ÇELİKEL

Kaynak: Haber Merkezi

Yazarın Son Yazıları